9 Nisan 2013

serbest bölge


TÜRKİYE' DE KADIN

     Zor iştir Türkiye'de kadın olmak. Kadın olmak başlı başına zaten zor iken.
 -Hiç evlenme, babanın evi daha iyi en azından bildiğin, tanıdığın bir zorba.
    

     Bu bir tavsiye. Kadının serüvenin özeti de aynı zamanda. Bir hakimiyetten başka bir hakimiyet altına geçiş. Bu serüvende neler yaşanmıyor ki. En rahat en modern baba evinde bile sınırlarınız eğitimle, sevecenlikle ya da örnek tavırlarla değil de baskı ile çizilir. Baskının binbir yüzü. Bazen baskı olduğunu bile bilmeyiz, hak sanırız. Erkek kardeşinizle olan muamele farkının sebebini sorduğunuz o başlamadan bitirilen kısacık sorgulama döneminiz de aldığınız en kestirme cevap "o erkek". Bu cevabı yabana atmayın diğer bütün sorularınızın cevabıdır da aynı zamanda. Öyle özümseriz ki bu cevabı erkeklerden çok kullanır hale geliriz.
İkinci hakimiyet alanı evlilik hayatı, çoğunlukla siz kadınlar erkeklerle hayatlarınızı birleştirmemiş hayatlarına dahil olmuşsunuzdur. Böylelikle size ne giyeceğinizden, nasıl davranacağınıza kadar herşey çirkin birkaç mimikle basit yoldan öğretilir. Bu da sinsi bir baskıdır. "Sen nerde, nasıl davranacağını bilsen bunlar başına gelmezdi, hakettin" dersin bide bakmışsın ki kendi kendine.

     Bu arada sen ayrılamazsın hiçbir erkekten ona göre. Erkek isterse ayrılır. Kadın haddini bil, bilmezsen bir iki yumrukla olmadı canını bir sokak ortasında alarak bildirirler. Kimsecikler de yardım etmez gören görmezden gelir. Kocandır ne yapsa yeridir yada erkek arkadaşın. "E bulaşmasaydın kızım aranmışsın" derler arkandan. Münevverin arkasından "ne işi vardı o evde" diyen zihniyeti hiç hafife alma. Senin o hatanı ölümün bile paklamaz Türk kadını.
Sakın öyle devlete mevlete de güvenme işi başından aşkın. senin gönül maceralarınla kimse uğraşamaz bilesin.

     Türkiyede kapalı kadın. Gündeme sık sık gelirsin. Koca koca adamlar oturmuş senin açılmanı kapanmanı, ne kadar, nereye kadar olacağını konuşurlar. Senden habersiz senden bilgisiz. Toplum erkekleri sana saygı duyar, yenge der. Bedenin meta olmaktan kurtulmuştur belki ama ruhun, ruhun kimin umrunda. Bazen seni kapalı isteyen kocanın diğer süslü ve açık kadınlara bakışını görmezden gelmek, hazmetmek zorunda kalırsın. Kadınlığın hakarete uğrar,üzülürsün. zaten zordur aslında yaptığın. Kadınların hür bir şekilde bedenlerini, giyimlerini rahatça ifade ettiği bir ortamda kapalısındır. Ama neyi kimi suçlayacaksın. Erkek suçlu olacak değil ya. Açıp saçmasa o da senin gibi olsa sorun olmayacak ya, kadını kısa yoldan suçlarsın. yaşasın bitmez tükenmez erkek dokunulmazlığı.

      Türkiyedeki açık kadın sen belki güzelliklerini düşüncelerini rahatça yaşayabildiğini sanırsın ama ne çok şeyi karşına almış ne yükler yüklenmişsindir. Mesela asla bir kapalı kadın kadar dindar olamazsın yada namuslu. Rahatsız edici bakışlara maruz kaldıysan haketmişsindir. Kimbilir ne giydin yada ne yaptın. Adının önüne bir damganın yapışması an meselesidir. Kadınlar arası güzellik yarışınında bir koşucususundur ayrıca.

     Anne olursan biraz saygıyı artık hakedersin. Hele erkek annesi olursan. Sonra da onu yaşadığın baskıcı erkek zihniyetinin bir neferi olarak yetiştirirsin. Öyle gördün öyle bildin ya. Sonra ergen olunca bide bakmışsın ki "kapa çeneni" deyivermiş sana. Ha tamam delikanlı oldu benim oğlum der ve övünürsün bile.


Baskı baskı diyoruz ne ki bunlar ne baskısı ? Birkaçına bakalım.

   Yıllardır dizilerle sinama filmlerinde kafamıza kazınan sahne. Kocası aldatırken onu basmış kadın direkt diğer kadına saldırır. Suçlu yine erkek değildir. Bu bize öğretilmiş en temel bilgidir. Kadının kadınla savaşı bitmemelidir ki erkeğin başı ağrımasın. Erkeğin saltanatı bitmesin.
 
   Aynı yataktaki kadının etiketi fahişe iken erkek kendi ortamında saygın, belki aile babası .
Çünkü toplum bu durumlar için bu kadınlara hazırda etkileyici sıfatlar üretmiştir. Herkesin malumudur. Aynı fiili yapan erkek için hangi sıfat vardır mesela. Haksızlık yapmayalım onlarada çapkın kelimesini uygun bulmuş toplum. Ne sevimli değil mi çapkınnn. Ayrıca erkeğin elinin kiridir. Ona sürülmüş bir leke yoktur. İhtiyaç kelimesi de yine erkekler için hazırlanmış kayırmacı bir kelime. Kendisiyle beraber olmayan sevgilisine karşı yaptığı haltların açıklaması. Türkiyede ki bu durumun yüzümüzü döndüğümüz batı yaşam  tarzıyla hiçbir alakası yoktur. Mensubu olduğu dinin hükümleriyle de hiçbir alakası yok iken  bu yaşam tarzını kendisi için nasıl seçip şekillendirmiştir merak edilesi, araştırılası bi durum.
Ya da ne araştırması düpedüz ilkellik.

     Erkek Fatma'ları toplumumuz çok sever. Tehlikesiz, başa dert açmayacak tiplerdir. Hatta bu süreçte tavırları desteklenip takdir edilir ki dişiliğini keşfetmesin. Ailesi ve çevre tarafından onaylanan takdir edilen kızımız kendini tanımadan başkalarının istediği kişi oluverir. Ama evleneceği erkeğe gelince ona da öyle erkeksi davranırsa aldatılmayı hakeder. Hemencecik kabuk değiştirip tam bir dişi olmalıdır. Ve de"bakımlı" tabii.
     Yemekte usta olması zaten gerekli olan kadın evini pırıl pırıl yapmalıdır. Bu kadarla kalmayıp çocuğumuz denilen çocuk, bakımı ve ilgilenme kısmında sadece kadının çocuğudur. Yarış atı gibi koşturan kadın çocuğu da hallettikten sonra kendi bakımını da hemen yapıvermeli. Bakımdan saç baş el ayak kıyafet temizliğini tertibini, güzel kokuyu  anlamayın lütfen. Öyle olsa adı temizlik olurdu. Bakım daha çok boyalı saçların olsun makyajın tam olsun. Alımlı da giyindin mi tamamdır. Yani paketin. Bu sinsi empozeye de boyun eğen kadının karşılık talep etmesi beklenemez. Erkek bakımı ise ne münasebet.

     Zaten şarkılarda demiyor mu "senden çok var, biri gelir biri gider, kendini bişey sanma, peşinden koşmam"  verilen mesaj çok net. Nazlanma, sorun çıkarma, istediğim gibi ol beni yorma yoksa ortada kalırsın.

     Her türlü erkeğin yaptığı araba sürme işi bile kadına gelince büyür de büyür, kıymetli bir iş olur. Erkek egemen trafikte kadın görmek hoşlarına gitmiyor olsa gerek ki tacizle, hakaretle, küfürle, baskıyla bunu açık ederler. Oran olarak kazalarda erkekler kadar adı olmayan kadın yine de sıyrılamaz horlanmaktan. -kaza yapmazlar yaptırırlar- diye bir slogan yapıştırılır üzerlerine.  O kadar küçümsenir ki şoförlükleri bir çıkış yolu arayan kadın "ben iyi şoförümdür erkek gibi kullanırım arabayı" der ve biraz soluklanır.
 "Ben tam bir kadın gibi kullanırım arabamı. Dikkatli incelikli, saygılı. trafikte sadece benim olmadığımı bilerek hiç hoyratlaşmadan. Kendi canıma ve canlara değer vererek, alın terimizle kazandığımız mallarımıza kıymet vererek. Biraz ürkeksem yavaşsam, bu alanda yeni olmamdan, hata yapınca bağırmalarından küfretmelerinden çekindiğimdendir. " diyecek değil ya.

     Toplumun belirlediği yaş aralağını geçmişsen adın evde kalmıştır. Boşanmışsan yada eşin ölümüşse tehlikeli yada faydalınası bir dulsundur. Azıcık kendine güvenli rahat bir tipsen edepsiz içe kapalı ciddi isen de frijit. Birde derler ki kadının adı yok, asıl kadının adı çok...

                                                                                                                                          SERAP EFE

22 Şubat 2013

kurgudaki akis

 !!!!!

Konu Kuzey Güney dizisi.
 
      Aslında bu dizi hakkında bişey söylemek ne kadar mantıklı. Kendi kendini fazlasıyla ifşa eden bir dizi. Ortada her erkeğin sahip olmak isteyeceği güzellikte, özellikte yada karakterde yada enerjide bir kız !!! ( evet kendileri Cemre karakteri oluyor) ve bu kıza aşık olmuş model formunda iki yakışıklı kişi, yetmezmiş gibi bide kardeş bunlar. Senaristler bu kıza gösterdikleri teveccühü az bulmuş olacaklar ki bide sosyeteden hiper zengin bir yakışıklı daha eklendi aşıklarına. Kıvanç Tatlıtuğ'un oynadığı karakter de ayrı bi sorunsal. Konuşma özürlü bu kişilik en son nasıl olduysa şirkette salınıyordu. Yakında şirketin sahibi olursa şaşmayın. Bu fukara ailelerin zengin ailelerle içiçe olması, yurdum insanı Güney denen kişiye zengin ve  güzel kızın tutkun olması ama onun Cemre'ye aşkı, yanı sıra yaşanan abuk sabuk gerilimselll olaylar insana tam da hayatın kendisi dedirtiyor o kadar güçlü bir senaryo yani :))  Şuna da değinmeden edemeyeceğim. Bu dizi bize ne demek istiyor yani verdiği mesaj nedir, mesaj yollanıyor da ben mi alamıyorum.

27 Ocak 2013

serbest bölge


GÜZELLİĞİN ON PARA ETMEZ İŞİNİ İYİ YAPMAYINCA....
  
    
      Türkiye'nin kadın oyuncuları denince akla ilk gelen isimlerden Tuba Büyüküstün. Lakin kendisi (güzelliği) yaptığı işlerin önüne çıkıvermiş. İsmi gümbür gümbür işleri fos. Sonuçta vasat dizilerin oyuncusu ve böyle de sürüp gidecek sanırım. Ben güzelim kıpırdamama bile gerek yok zihniyetinden kurtulmadıkça tabii. Televizyon dünyasında yapamadığı oyunculuğuyla canımızı sıkmaya devam edecek. Replikleri konuşmak sanki ona zor geliyor hep o uyuşuk ses tonu, ruhsuz bakışlar, vücut dilinin olmayışı. Sanki onun sahnelerini ağır çekimde izliyoruz. Gözü kaşı Tuba'ya bu kadar yardım ediyor. O verdiği monoton elektriğe ne kadar tahammül edilebilir bilmiyorum. Oynadığı dizide acayip iç karatıcı, yerlileştirilememiş ve sıkıcı. Ezel'in senaristleri diziyi uzatmak için öyle bir suyunu çıkaracaklar ki diziyi bir tek set ekibi izleyecek. İlker Aksum da  komik bir seçim olmuş. Tuba ile yaş farkı uç bir şekilde belli oluyor. Kendisi jönlüğe değil karakter oyunculuğuna uygun biri. Yanlış bir seçim ciddi bir yanlışlık hemde. Ülkemizde hala başrol oyuncuları arasındaki uygunluk ve kimya olayı yok sayılıyor yada hala önemi farkedilemedi.

     Al Tuba'yı vur Beren'e. Bir insan bu kadar mı yapmacık olur. Hangi karakteri oynarsa oynasın Beren Saat olduğunu hiç bir zaman unutturmuyor. Omuzlar geride o komik yürüyüş, sinirlenince sıkılan dişler, aynı kızgın ifade kendini tekrarlayan bi kaç klişe mimik ve jestler aynı aynı aynı. Oyunculuğun önemli bir kısmını oluşturan vücut dili de malesef yok. Parlaklığı ışığı da sönmüş sanki enerjiden eser yok. Huzursuz bir atmosfer yayıyor. Aslında karşısında Kıvanç (yada çok iddialı bir jön) olmayınca çok da ilgi çekmediği de kanıtlandı. Yine uyarlama bir dizi mevzu bahis. Hayatlar bize uzak entrikalar yabancı ve iki sezon ilgi uyandıramayacak kadar ağır aksak bir dizi. Sezonlarca bitmeyen bir intikam seyredeceğiz yaşasın. !
    
     Keşke ülkemde zirvedeki güzel kadın oyuncular güzellikleri kadar özel birer oyuncu da olabilselerdi. Keşke gözlerinden oynadıkları karakterin duygusunu sezebilseydik, Keşke gerçek kimliklerini unutturacak kadar bize oynadıkları karakteri yansıtabilselerdi, keşke biraz oynadıkları karaktere çalışsalardı da her dizide aynı beden dilini kullanmasalardı.  Keşke.....

17 Ocak 2013

kurgudaki akis



PANGLOSS'UN MELANKOLİSİ

     (Üstad Panglosla Melancholia’yı seyretmek üzere televizyonun karşısına geçtik. Baktım seyir benim için zor su içme bahanesiyle kalktım. Bir sürü işimi hallettim. Döndüğümde film bitmişti. Zamanlamam harikaymış. Üstadı kendi kendine bir şeyler sayıklarken buldum. Sorsam anlatmayacak biliyorum. Ben de o sayıklarken anlayabildiklerimi not ettim. Okudum birkaç kez ama hala anlayabilmiş değilim. Filmi seyretmeden de anlayamayacağım galiba. Demek ki bu metin benim için anlamsız olarak kalacak.)

    “Justine evrenle ilgili, insanoğlunun kurduğu düzenlerle değil. O yüzden acı çekerek yaşıyor.(Gördüğü acı onu hazza kaçırıyor. Haz da daha fazla acıya…) İnsanlar içinde beşer sistemi içinde, yaşamak zorunda olduğu için yaşıyor. Sistemi tanıdığı onayladığı ya da mutlu olduğu için değil.          
   
     Düğün gecesi onun için çok zor geçiyor. Çünkü son’u görüyor artık. Son’un çok yaklaştığını görüyor. Artık mutlu numarası yapmak, tebessüm etmek, istendiği gibi olmak daha zor. Anlamıyor ablası ve eniştesi. Her şey böyle düzgün seçkin ve güzel (!) iken onun niye mutlu olamadığını anlamıyorlar. Onlar kurulu düzeni tanımışlar ondan memnunlar. Görevlerini yerine getirip sisteme karşı ondan mutluluk satın alabiliyorlar yeteri kadar. Oysa Justine onların dahil olduğu her şeyi çözümlemiş. İnsan yapımı düzenden tiksiniyor. Görüyor çünkü çirkinliğini. Canı yanıyor. O daha büyük bir şeyle ilgili... Daha büyük bir sisteme ya da kaosa göbek bağıyla bağlı. Düğün gecesi hazla acıdan ibaret ilgili olduğu sahte sistemden tamamen kopuşunun başlangıcı oluyor. Düğünündeki insanlardan önce, sonra patronundan, sonra kocasından -daha ilk gününde- kopuyor. Bilginin ağırlığı biraz panikletmiyor değil onu. Önce annesine gidiyor paylaşmak için korkusunu, sonra babasına. Sonuç alamıyor. Bir süre bocalatan ağırlık, kopuşunu tamamlayınca artık dinginleştiriyor. Justine’in; kötü olanın bitmesine, yıkılmasına, sonlanmasına duyduğu arzuyu anlayabiliyorum. Öyle tutkulu ki bu arzusu hiçbir şeyi ıslah etmeyle, kendi çapında güzelleştirmeye çalışmakla işi yok. Bitsin istiyor, sonlansın yıkılsın. O kadar yanıyor ki canı ve o kadar yandığını görüyor ki canların; yıkılsın bitsin istiyor içten içe. Onu hasta edecek kadar. Sahip olduğu insanlara ablasına yeğenine rağmen son’u istiyor. Onun bu; en yukarılardan, en bütünü, en derinden hissederek görbilmesi ve gördüğü bu iğrençliğin yok olmasını istemesi buna razı olmasını anlamak mümkün.

     Ama bunun hiçlik şeklinde olması ve yazan/ yönetmenin onun inandığına itibar edip filmi onun istediği gibi bitirmesi… Bu durumda ben Claire’ye dönüşüyorum. Ne çocuğun ne de justine’nin dinginliğiyle karşılayabiliyorum yokluğu. Yönetmen ne Claire’in ne eniştenin ne de diğerlerinin hikayesini anlatıyor. Yönetmen Melancholia’nın ve Justine’in birbirini cezbeden hikayesini anlatıyor.

     Çünkü yönetmen en makrosundan en mikrosuna, acımasız bir yıkılışa dağılışa meczup. Lars Von Trier aslında otobiyografik bir iş yapmış. Justine aslında kendisi. Onun içi alemi. Bu onun iç aleminin otobiyografisi. Ya Claire, tam ortada durup iki tarafın, iki farklı varoluşun insanını, bilerek mi yanında tutuyor? Kıblesi olmayan zayıf öküz gibi. Melancholia’nın çarpacağı kesinleşmeden önce modern bilime tapan kocasından medet umuyor. Ona yaslanıyor. Melancholia’nın çarpacağını anladığında da Justine’den. İki ayrı dünyayı iki yanında tutuyor. Güven içinde olmak için mi, ikisine de ait olup ikisine de tam ait olamadığı için mi? Claire sanki insanların çoğunluğu... Melancholia neden dünyaya çarpıyor? Evren dediğimiz şey aynı Justine gibi olduğundan mı? Yoksa Justine’in varoluş biçiminin gücü Melancholia’nın dünyaya çarpmasını gerektirdiği için mi? Yoksa Lars Von Trier arzuladığı yıkımı gerçekleştiremeyeceği için intikamını en azından Melancholia’yı dünyaya çarptırarak mı alıyor. Bir tür fantezi tatmini mi bu film? Evet bu Lars Von Trier’in yaşadığı dünyaya dair fantazisi. Gerçekte olamayanı ya da sadece kendi iç aleminde olanı sinemada oldurtuyor. O çocuk o huzurla yokluğa gitmiş olamaz. Çocuğun halindeki huzur yokluk olmadığının en güçlü kanıtı. İşte Lars Von Trier’in içinde bir inanç noktasının var olduğunun ispatı o çocuk. Onu Justine’le aynı sihirli mağaraya koyduran da Justine’i çocuğun elinden tutturan da, bitiş anında Justine’in gözlerini çocuğun huzur dolu yüzüne diktiren de yönetmenin içindeki o inanç hüzmesi.”

1 Ocak 2013

kurgudaki akis



20 DAKİKA DİZİSİNİN FRAGMANINDAN

Üstad Pangloss:
- Bu fragman güzel şeyler çağrıştırıyor.
Ben:
- Niye ki
Üstad Pangloss:
- Burada söylediği zaman dilimlerini topladığında altmış yetmiş yıllık bir ömür eder. Ama belli ki kahramanlar daha otuzlarında. İşte bu zamanı döllemektir.
Ben:
- Zamanı döllemek mi? Biraz itici...
Üstad Pangloss:
- Kadınımız erkeğimiz bunun için geldik dünyaya. Ne kadar çok dölleyebilirsen zamanı o kadar uzun yaşamış oluruz.

Bıkmadan usanmadan döllemek... Mahsulün ne zaman ne şekilde önümüze çıkacağını düşünmeden döllemek. Ölümün yakaladığı ana kadar döllemeye devam etmek. Belki hasadı kendin değil senden nesiller sonrasına kalacak kadar nitelikli döllemek. Zamanı ve zemini bıkıp usanmadan döllemek!
"Kıyamet kopar da sizden birinizin elinde bir hurma fidanı bulunursa, ölmeden önce onu dikebilirse diksin." sözünden de benim anladığım bu.

Ben sırıtarak dedim ki:
- Tabi olumlu ve insanlığa faydalı hareketlerden bahsediyoruz değil mi üstadım? Zira insan yanlış eylemlerle de söylediğiniz şeyi yapar. Bunun için dememişler mi atalarımız, rüzgar esen fırtına biçer, diye.
Üstad gözlüğünün üstünden oldukça uzun ve donuk bir bakış attı. Beni yine kendimden şüpheye düşürdü.


20 Aralık 2012

kurgudaki akis




JAKOBEN ESTETİZM

"-Neden seviyorlar kadınlar seni? Karşına çıkanları acımasızca eleştirdiğin halde neden kin duymuyorlar da seni sevmeye devam ediyorlar? Görünce gülüyor takdirlerini dile getiriyorlar.

-Çünkü samimiyetimi biliyorlar. İşimi iyi yapmaya çalışan biri olduğumu biliyorlar ve işimde iyi olduğumu anlıyorlar."

Üstad Pangloss ekran başında iç geçirdi ve dedi ki:
     - İkiyüzlü olma konusunda o kadar baskıcı bir toplumuz ki biz... Birey, bu toplumda; kendini, eksiğini gediğini, güzelliklerini, şahsiliğini ortaya koyamaz kolay kolay. Çözümleyemediği ve boyun eğdiği bir baskı. ‘Kendi içine doğru aç' der bu toplum alt notalardan.'Bilmediğimiz taraflarını bilmekte istemiyoruz zaten.Bu sözleri söyleyebilirsin bizimleyken, bu davranışları sergileyebilirsin.Buşekilde olabilirsin.' Her ferdin fantezisidir bu baskıyı aşmak ama yabancılaştırılmaktan korkar. Maskesini, toplumun onayladığı maskeyi takar.İşte o moda avcısı toplumun üç yüz yıldır karşısında eksiklik hissederek boyun eğdiği tek olguyla kutsanmış olarak çıkıyor ekrana. O kadıncağızların karşısına. “Ne münasebet! Öyle değil böyle olmalı!Yanlışsın doğrusu bu” deme hakkını veren tek olguyla, terbiye hakkına sahip tek olguyla. “Sen bilmezsin batı bilir" diyor alttan alta. Tecavüz edebilecek güçteysen ve özgüvendeysen toplumun var oluş tarzlarına tecavüz hakkın var demektir. Toplum bunuda alttan alta bilir. Hatta tecavüz edene saygı da duyar, sevgide.

Bende dedimki:
- E o zaman bu adam iyi birşey yapıyor. Düşünürün tabiriyle; tecavüz ediyor saçma sapan sınırlandırmalara ve yol gösteriyor.

Pangloss ironik olan da bu ya zaten. Bir maskeyi hiçe sayıp takmayı reddediyor, tam burada yol gösteriyor gibi. Sizde benim yaptığımı yapabilirsiniz diyor adeta.
Ben:
- E ironi?

Pangloss:
- Aslında ‘Çıkarın maskeleri, benim gibi özgürleşin. Kendiniz olun kendiniz gibi.’demiyor. Diyor ki ‘Maskeni çıkar. O doğru değil. Al bunu tak.’

Ben:
- Nasıl yapıyor bunu?

Üstad Pangloss:
- Mesela diyor ki ‘Bu bluzun altına bu tarz pantolon olmaz, bunun altına şunu giymeliydin.’ ‘Bu ayakkabının rengi bu kıyafete olmaz.’ ‘Bu ruju süremezsin,şunu giyemezsin, bunu giyebilirsin...’ Ölçütlerine bir mutlaklık atfetmiş ve buna göre kesip biçiyor karşısındakiniJ Hatta şöyle diyor: ‘Bunun altına bunu giydiğine göre ben seni yanlış anlamışım sen olmamışsın.’

Ben:
- Demek ki ölçütlerinin doğruluğuna güveniyor. Demek ki “olamıyorlar” J

Üstad bu noktada birden çıldırdı. Sanki moda avcısı ona “Bizimle Değilsin” demiş de o da gurur meselesi yapmış gibiydi.
- Ne olmamış, Allah aşkına ne olması gerekiyor!!? Kafam, ruhum, zihniyetim çelişkiler içindeyken; kıyafetimle bunları yansıtmam kadar doğal ne olabilir? Doğu’mla Batı’m arasında, modernliğimle geleneklerim arasında, bireyliğimle toplumsallığım arasında, maddiyatımla maneviyatım arasında, faydalarımla değerlerim arasında, içimle dışım arasında bocalayıp dururken; bunu giydiğim şeye yansıtmam kadar doğal ne olabilir? Çelişkilerimin araftalığımın giydiklerimde görünmesinin neyi yanlış? O, gerçekten bu toprağın modacısı olsaydı, bu çelişkilerde bir estetik bulabilirdi, hatta bunca çelişkimizden bir estetik yaratabilirdi. Binlerce kilometre batımızda kalmış estetikli estetik faşistlerinin karakolluğunu yapmazdı.

Üstadın bu çıkışını yaşlanıyor olmasına verdim ve üstüne gitmedim. Sustum.

12 Aralık 2012

kurgudaki akis


İHTİYARLARA YER YOK !

" Gençliğe kıymet biçilir mi? "
Bu söz 88 yaşında yapayalnız kalmış bir teyzeye ait.
     TRT' de yayınlanan "Ömür Dediğin" adlı programdan. İyi düşünülmüş özgün bir program. Her hafta ülkemizin değişik yerlerinde yaşam savaşı veren yaşlı insanları evlerimize konuk ediyor. Elleri yüzleri kırış kırış olmuş, belleri bükülmüş, duymakta konuşmakta zorlanan o ihtiyarlar ömürlerinin son demlerini geçirmeye çalışıyorlar. Evet onlar da çocuktular, gençtiler, yetişkindiler, yaşlandılar. Birilerinin anneleri ve babaları. Binbir emekle çocuklarını büyüttüler. Yaşlılık denilen acziyetin doruğunda, bir bebek kadar muhtaç olunan o anda yapayalnız ve çaresiz kalakaldılar. Yüzleri masum, dillleri masum. O kadar masumlar ki bir zamanlar onların da kavga ettiklerine, küstüklerine kızdıklarına kim inanır.
     Peki biz, biz neden vazgeçtik bize emek harcayan, bizi sevip kollayan  büyüten o insanlardan? Bize ne oldu da kendi yaşlımızı terk edecek, onların yükünü taşıyamayacak, emeklerini yok sayacak noktaya geldik? Bizlere ne oldu da onları sevmeyecek kadar dar gönüllü olduk.
     Bir nine ölmeyi istiyor terk edilmenin çaresini ölümde arıyor. Bir dede aş getirenim yok diyor yaşlılar yurduna sığınmak istiyor. Çareyi kendi evlatlarında değil de yad ellerde, vicdanlı gönüllerde arıyor.
     Tabiki programı izlerken kimse kendini o konumda o durumda hayal etmez, edemez. Ama tam da teyzenin dediği bu değil mi?
- Yaşlanacağımı biliyordum da bu hale düşeceğimi hiç bilmiyordum.