17 Ocak 2013

kurgudaki akis



PANGLOSS'UN MELANKOLİSİ

     (Üstad Panglosla Melancholia’yı seyretmek üzere televizyonun karşısına geçtik. Baktım seyir benim için zor su içme bahanesiyle kalktım. Bir sürü işimi hallettim. Döndüğümde film bitmişti. Zamanlamam harikaymış. Üstadı kendi kendine bir şeyler sayıklarken buldum. Sorsam anlatmayacak biliyorum. Ben de o sayıklarken anlayabildiklerimi not ettim. Okudum birkaç kez ama hala anlayabilmiş değilim. Filmi seyretmeden de anlayamayacağım galiba. Demek ki bu metin benim için anlamsız olarak kalacak.)

    “Justine evrenle ilgili, insanoğlunun kurduğu düzenlerle değil. O yüzden acı çekerek yaşıyor.(Gördüğü acı onu hazza kaçırıyor. Haz da daha fazla acıya…) İnsanlar içinde beşer sistemi içinde, yaşamak zorunda olduğu için yaşıyor. Sistemi tanıdığı onayladığı ya da mutlu olduğu için değil.          
   
     Düğün gecesi onun için çok zor geçiyor. Çünkü son’u görüyor artık. Son’un çok yaklaştığını görüyor. Artık mutlu numarası yapmak, tebessüm etmek, istendiği gibi olmak daha zor. Anlamıyor ablası ve eniştesi. Her şey böyle düzgün seçkin ve güzel (!) iken onun niye mutlu olamadığını anlamıyorlar. Onlar kurulu düzeni tanımışlar ondan memnunlar. Görevlerini yerine getirip sisteme karşı ondan mutluluk satın alabiliyorlar yeteri kadar. Oysa Justine onların dahil olduğu her şeyi çözümlemiş. İnsan yapımı düzenden tiksiniyor. Görüyor çünkü çirkinliğini. Canı yanıyor. O daha büyük bir şeyle ilgili... Daha büyük bir sisteme ya da kaosa göbek bağıyla bağlı. Düğün gecesi hazla acıdan ibaret ilgili olduğu sahte sistemden tamamen kopuşunun başlangıcı oluyor. Düğünündeki insanlardan önce, sonra patronundan, sonra kocasından -daha ilk gününde- kopuyor. Bilginin ağırlığı biraz panikletmiyor değil onu. Önce annesine gidiyor paylaşmak için korkusunu, sonra babasına. Sonuç alamıyor. Bir süre bocalatan ağırlık, kopuşunu tamamlayınca artık dinginleştiriyor. Justine’in; kötü olanın bitmesine, yıkılmasına, sonlanmasına duyduğu arzuyu anlayabiliyorum. Öyle tutkulu ki bu arzusu hiçbir şeyi ıslah etmeyle, kendi çapında güzelleştirmeye çalışmakla işi yok. Bitsin istiyor, sonlansın yıkılsın. O kadar yanıyor ki canı ve o kadar yandığını görüyor ki canların; yıkılsın bitsin istiyor içten içe. Onu hasta edecek kadar. Sahip olduğu insanlara ablasına yeğenine rağmen son’u istiyor. Onun bu; en yukarılardan, en bütünü, en derinden hissederek görbilmesi ve gördüğü bu iğrençliğin yok olmasını istemesi buna razı olmasını anlamak mümkün.

     Ama bunun hiçlik şeklinde olması ve yazan/ yönetmenin onun inandığına itibar edip filmi onun istediği gibi bitirmesi… Bu durumda ben Claire’ye dönüşüyorum. Ne çocuğun ne de justine’nin dinginliğiyle karşılayabiliyorum yokluğu. Yönetmen ne Claire’in ne eniştenin ne de diğerlerinin hikayesini anlatıyor. Yönetmen Melancholia’nın ve Justine’in birbirini cezbeden hikayesini anlatıyor.

     Çünkü yönetmen en makrosundan en mikrosuna, acımasız bir yıkılışa dağılışa meczup. Lars Von Trier aslında otobiyografik bir iş yapmış. Justine aslında kendisi. Onun içi alemi. Bu onun iç aleminin otobiyografisi. Ya Claire, tam ortada durup iki tarafın, iki farklı varoluşun insanını, bilerek mi yanında tutuyor? Kıblesi olmayan zayıf öküz gibi. Melancholia’nın çarpacağı kesinleşmeden önce modern bilime tapan kocasından medet umuyor. Ona yaslanıyor. Melancholia’nın çarpacağını anladığında da Justine’den. İki ayrı dünyayı iki yanında tutuyor. Güven içinde olmak için mi, ikisine de ait olup ikisine de tam ait olamadığı için mi? Claire sanki insanların çoğunluğu... Melancholia neden dünyaya çarpıyor? Evren dediğimiz şey aynı Justine gibi olduğundan mı? Yoksa Justine’in varoluş biçiminin gücü Melancholia’nın dünyaya çarpmasını gerektirdiği için mi? Yoksa Lars Von Trier arzuladığı yıkımı gerçekleştiremeyeceği için intikamını en azından Melancholia’yı dünyaya çarptırarak mı alıyor. Bir tür fantezi tatmini mi bu film? Evet bu Lars Von Trier’in yaşadığı dünyaya dair fantazisi. Gerçekte olamayanı ya da sadece kendi iç aleminde olanı sinemada oldurtuyor. O çocuk o huzurla yokluğa gitmiş olamaz. Çocuğun halindeki huzur yokluk olmadığının en güçlü kanıtı. İşte Lars Von Trier’in içinde bir inanç noktasının var olduğunun ispatı o çocuk. Onu Justine’le aynı sihirli mağaraya koyduran da Justine’i çocuğun elinden tutturan da, bitiş anında Justine’in gözlerini çocuğun huzur dolu yüzüne diktiren de yönetmenin içindeki o inanç hüzmesi.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder